EŞKİ
Elmayı dilimledim ve bir dilimini O’na doğru uzattım. “Yer misin?”
Omuzlarını
hafifçe yükseltip başını yana eğerken “Eşkise men yemenem.” dedi. O’nunla ve
çocukluğunu ele veren gözleriyle bu denli yakın mesafedeki ilk buluşmamızdı. Kullandığı
bazı kelimelerdeki Azeri şivesinin baskınlığını ve bakışlarındaki kötülüğe hiç
değmemiş -sandığım- o parlaklığı ne kadar da geç fark ediyordum, doğrusu biraz
utandım. Anlaşılan o ki aramızdaki yaklaşık bin üç yüz kilometrelik mesafe,
beni duygusal bir bağlantı kurabilmekten de uzak kılmıştı.
O gün, yirmili
yaşlarımın başında, babamın ağzından hep uzak hikayelerini dinlediğim tuhaf bir
diyarda, Van’daydım. İzmir’de doğmuş, Ankara’da büyümüş, şehir çocukluğu
konusunda hakkını vermiş bir şehir çocuğuydum. Herhangi bir meyve ağacını bir
diğerinden ayırt edebilecek bilgiye sahip değildim mesela. Fakat hakkını da teslim
edeyim; bahçelerde, sokaklarda kan ter içinde oyunlar oynayabilmiş, apartman bahçesindeki
renkli çiçeklerin taç yapraklarını kopartıp kendine upuzun, özendiği
ablalarınınki gibi yalancıktan ojeli tırnaklar yapabilmiş, o zamanın modası
“soft teker” sarı patenleri ile basket sahalarında paten kayabilmiş, topraktan
solucan bile çıkartabilmiş, bir sürü erkek çocukla dayı dayı futbol
oynayabilmiş (hep de kaleci yaparlardı) ve nihayet annemin, 4. kattaki evimizin
balkonundan seslenmesi üzerine evine dönen son şanslı şehir çocuklarından…
Babam, bir
vakit kardeşim ve benim adıma bir karar vermişti. Memleketinin haşmetli ismi
“Van”, devlet tarafından verilen herhangi bir belgemizin bir yerlerinde mutlaka
yazacaktı. Bu talihli belge, ehliyet oldu! Van’ ın kültüründen,
geleneklerinden, havasından, suyundan, toprağından, insanından uzak büyümüştük
fakat en azından ehliyetimizin “Verildiği Yer” bölümünde “Van” yazarsa sembolik
de olsa memlekete borç ödenecekti. Gerçi babam, memlekete borcunu misliyle
ödemişti, üniversite eğitimini tamamladıktan sonra, büyümekte olduğumuz nice
günler ailesinden uzak kalmak pahasına memleketine alt yapı çalışmaları
yapmıştı fakat anlaşılan o ki bizim adımıza da borçlu hissediyordu kendini.
Ehliyetimizi
Van’dan alabilmek için kardeşimle yaklaşık bir aylık bir bavul hazırlığı yapıp
yola düştük. Uçağa binmek bile bambaşka bir heyecandı bizim için! Koca cüssesi
ile havada asılı duran metal parçasından birçokları gibi korkmak yerine heyecan
duyuyordum, kalbim güp güp! Nihayet tüm yolculuk serüveni bitip de kardeşimle
babaannemin evine vardığımızda koskoca bir ayın bu evde ve bu şehirde nasıl geçirileceği
hakkında düşünüp biraz da iç sıkıntısına kapılmıştım. Otelleri, başka evleri,
evimden ve odamdan uzak olmayı, oldum olası sevmezdim. Yanıma okunacak
kitaplar, müzik dinleyebilecek ekipman, defter kalem almıştım ki sıkılmaktan
kaçabileyim.
Akşamları
yer sofrasında babaannem ve O’nunla birlikte yaşayan amcamla yemek yiyor, yemek
üzerine mutlaka çay içiyor, tadına aşina olduğumuz Van peynirinin hasından
tadıyor, kahvaltıda tadına doyum olmaz karakovan balından yiyor, köşedeki
fırından aldığımız kokusu hala burnumda tüten Van çöreğine bağımlı oluyor, bir
yandan da her daim nefret edeceğim motor sınavına çalışıyordum.
Babaannemle
ömrünü geçirmiş Ayhan amcam, bir şekilde sülaledeki tüm diğer kardeşlerden
farklıydı, bunu seziyordum. Babamın tam yedi kardeşi vardı, bir de ölen ile birlikte
sekiz ve aralarında sadece Ayhan amcam sarışındı. Olur böyle şeyler, ben de
ailedeki tek A RH (-) insandım sonuçta! Üzerine düşünülmemiş bir ayrıntı işte,
o kadar.
Günler
günleri kovaladı ve ehliyet sınavımızı başarıyla neticelendirdik, babamın gönlü
olmuştu, ehliyetimizde bir ömür memleketinin adı yazacaktı! VAN! Devlet
tarafından da Vanlılığımız onaylanacaktı nihayet.
Ankara’ya
döndük, günlerden bir gün, akşam vakti, ailecek oturmuş sohbetteyiz, babam Van’daki
şantiyeden o akşam dönmüş yine rakısı ve kabuğunu soyup incecik dilimlediği
ayvası önünde, ah o anason kokusunun burnumuza vuran hatıralı sesinde, bize
birkaç şiirini okuyup birkaç türkü söyledikten sonra -ki böyle zamanlarda
babamın bize doğrudan gösteremediği duygusal yönü ile hemhal olur, O’na
defalarca daha hayran olurdum – başladı bilmediğimiz o geçmişi anlatmaya.
“Biz sekiz kardeşiz, biri ölü. Babamı nerdeyse hiç görmedim ben çocuklar.
Ben 9’umdayken öldü babam. 9 yaşında bir çocukken, ailenin babası ben oldum. Çocukluk
nedir pek bilmem o yüzden. Anam, daha çocukken babama kuma gitmiş, babamın
resmi nikahlı ilk eşi ölünce de anamı nikahına almış babam. Kocaman pala
bıyıkları olan bir adamdı, çok sevilirdi. O görüntüsü gitmez gözümün önünden.
Ben 9 yaşımdayken babam ölünce, bu kez anamı babamın kardeşine, amcama
eş diye vermişler, anam zavallı hiç ilk eş olamamış, ikinci eş olarak gitmiş o
eve de. Bizim oraların töresidir, kadın kimsesiz kalmasın diye ölen eşin
kardeşine verirlermiş o zamanlar. İşte Ayhan Amcanız, anamın amcamdan olan
çocuğudur çocuklar. Hem kardeşim hem kuzenimdir anlayacağınız Ayhan,
sarışınlığı bundandır ve yalan yok en sevdiğim kardeşimdir. Babaannenizin kolay
bir hayatı olmadı ama hiç de gocunmadı, şikayet etmedi bundan.”
Dondum, tek
kelime edemedim. Bu zamana kadar bu geçmişi bilmeyişime mi, babaannemin bunca
ızdırap dolu bir yaşamda hala çocuk kalabilmiş saflıktaki gözlerine mi, babamın
bu geçmişi anlatabilmek için bunca zaman çocuklarının “büyümesini”
bekleyebilmesine mi, hangi birine, neye şaşıracağımı şaşırdım!
Bir zaman sonra “gerçekten mi?” dedim kısık sesimle.
On yedi yıl sonra hala zihnimde bu soru, “Gerçekten mi?”
Babaannemi düşünerek tam da 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde ve 39 yıllık ömrümde ilk kez dile gelen bu satırlar, başka gözlere değebilmek için bu denli anlamlı bir günü bilerek bekledi belki de… Kadınlarımıza reva görülen yaşamın babaanneminki gibi olmaması dileğimle.
Duygu.
Yorumlar
Yorum Gönder