Elmayı dilimledim ve bir dilimini O’na doğru uzattım. “Yer misin?” Omuzlarını hafifçe yükseltip başını yana eğerken “Eşkise men yemenem.” dedi. O’nunla ve çocukluğunu ele veren gözleriyle bu denli yakın mesafedeki ilk buluşmamızdı. Kullandığı bazı kelimelerdeki Azeri şivesinin baskınlığını ve bakışlarındaki kötülüğe hiç değmemiş -sandığım- o parlaklığı ne kadar da geç fark ediyordum, doğrusu biraz utandım. Anlaşılan o ki aramızdaki yaklaşık bin üç yüz kilometrelik mesafe, beni duygusal bir bağlantı kurabilmekten de uzak kılmıştı. O gün, yirmili yaşlarımın başında, babamın ağzından hep uzak hikayelerini dinlediğim tuhaf bir diyarda, Van’daydım. İzmir’de doğmuş, Ankara’da büyümüş, şehir çocukluğu konusunda hakkını vermiş bir şehir çocuğuydum. Herhangi bir meyve ağacını bir diğerinden ayırt edebilecek bilgiye sahip değildim mesela. Fakat hakkını da teslim edeyim; bahçelerde, sokaklarda kan ter içinde oyunlar oynayabilmiş, apartman bahçesindeki renkli çiçeklerin taç yapraklarını kopart
daha önce yine yazdım galiba; bu arayışı kaçışa, kaçışı da özgürlüğe bağlıyorum hep...
YanıtlaSilbu durumun aynısı erkek için de geçerlidir herhalde, freud amcamdan şeyedersek :)
ben sana katılmıyorum. :) nedenini kafamda uzun uzun derleyip toplayıp belki bir yazı olarak yazarım. Fakat şu anda işyerinde olmam hasebi ile öyle bir kafa toplama imkanım yok.
YanıtlaSil