Ooo ben ne şanslı blogger'ım böyle. Ben yazıyorum, izleyici tamamlıyor. Herkese böyle izleyici lazım. Teşekkürler Vuslat. :) p.s.: Ben kaçmak, sense gideni tutmak istemişsin. Fark ettin mi? Ya da ben mi öyle algıladım?
Kadın romanında ki gölge oyunun hatırlar mısın? Gölge düşmeye başlamıştı ve adam gölgeyi yakalamaya çalışıyordu. Bir farkla tam yakalayacakken duruyor tutmuyordu. bütün gücüyle uzanıyor ama tutamıyordu. Ne kadar tutmak istese de düşmek eylemi düşenin seçimi ve isteğiydi çünkü. Bu tercih onundu. Yani kaçışı kadardı tutunacak en ağır yeri...
Elmayı dilimledim ve bir dilimini O’na doğru uzattım. “Yer misin?” Omuzlarını hafifçe yükseltip başını yana eğerken “Eşkise men yemenem.” dedi. O’nunla ve çocukluğunu ele veren gözleriyle bu denli yakın mesafedeki ilk buluşmamızdı. Kullandığı bazı kelimelerdeki Azeri şivesinin baskınlığını ve bakışlarındaki kötülüğe hiç değmemiş -sandığım- o parlaklığı ne kadar da geç fark ediyordum, doğrusu biraz utandım. Anlaşılan o ki aramızdaki yaklaşık bin üç yüz kilometrelik mesafe, beni duygusal bir bağlantı kurabilmekten de uzak kılmıştı. O gün, yirmili yaşlarımın başında, babamın ağzından hep uzak hikayelerini dinlediğim tuhaf bir diyarda, Van’daydım. İzmir’de doğmuş, Ankara’da büyümüş, şehir çocukluğu konusunda hakkını vermiş bir şehir çocuğuydum. Herhangi bir meyve ağacını bir diğerinden ayırt edebilecek bilgiye sahip değildim mesela. Fakat hakkını da teslim edeyim; bahçelerde, sokaklarda kan ter içinde oyunlar oynayabilmiş, apartman bahçesindeki renkli çiçeklerin taç yapraklarını kopart...
Baş ağrımın 8. günü. Non-stop gidiyoruz bakalım nereye kadar. En son bu şeyi yaşadığımda acilde omuriliğimden sıvı falan alıyorlardı, amcanın biri cenin pozisyonunda dur diye bağırıyordu! Zira iki kez beyin kanaması geçirdiğimden şüphelenildi. Ne tuhaf be, kendimin beyin kanaması geçirdiğimi düşünemiyorum. Bu tip şeyler hep başkalarına olur ya! Yarına bitirmem gereken babalar gibi bir temyiz dilekçemin olması nedeni ile geçici olarak yanımda ikamet eden annem, günlerdir başımın üzerinde duran ellerime dayanamayarak, şakaklarıma iki adet patates dilimini bir fular eşliğinde bağlayıp önüme de biramı koydu. (Patates- koca karı ilacı, bira da gevşemem için) Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz dedim ben size! Avrupai Pehlivan ya da Yerel Samurai kıvamında bir şey oldum şu halimle. Gittim aynada kendimi gördüm, güldüm güldüm, geldim bunu yazdım. Hiç komik olmadı. Neyse, bu da böyle bir anımdı.
Şişenin adı Fahrettin Kerim. Fahrettin Kerim Gökay, 1950'lerde İstanbul Valisi imiş. İçki ile başlattığı mücadele nedeni ile rakıcılar, intikamda gecikmeyip valinin şişe ile benzeşen kısa boyuna, kalın ensesine atfen küçük rakı şişesinin adını Fahrettin Kerim koymuşlar ve gecelerde 'Garson, aç bir Fahrettin Kerim!' cümleleri duyulur olmuş; böylece Yeşilaycı Fahrettim Kerim de içki masalarının vazgeçilmezi olmuş. Bu nedenle argoda küçük rakıya hala Fahrettin Kerim denildiği de olurmuş.
Ben, ciğerim
YanıtlaSilsense sesim
kaçışın kadar
tutunacak en ağır yerim
Ooo ben ne şanslı blogger'ım böyle. Ben yazıyorum, izleyici tamamlıyor. Herkese böyle izleyici lazım. Teşekkürler Vuslat. :)
YanıtlaSilp.s.: Ben kaçmak, sense gideni tutmak istemişsin. Fark ettin mi? Ya da ben mi öyle algıladım?
Kadın romanında ki gölge oyunun hatırlar mısın? Gölge düşmeye başlamıştı ve adam gölgeyi yakalamaya çalışıyordu. Bir farkla tam yakalayacakken duruyor tutmuyordu. bütün gücüyle uzanıyor ama tutamıyordu. Ne kadar tutmak istese de düşmek eylemi düşenin seçimi ve isteğiydi çünkü. Bu tercih onundu. Yani
YanıtlaSilkaçışı kadardı
tutunacak en ağır yeri...